İrkilerek gözlerimi açtım . Kalbimin atışlarını, kanımdan yayılan şiddetli ateşi hissettim. Fırlayarak kalktım yataktan. Üstüm açık kalmıştı ! Altın işlemeli gömleği, devasa büyüklükte ki kılıcı ve kırmızı bayrağı matodoru gördüm rüyamda. Uzun boynuzlu, dev cüsseli, ve domuz gözlerle bakan boğası ile peşimden koşuyordu. Nasılda sinirden hırıl hırıl hırlıyordu. Hayırlara gelsin inşallah diyerek yatağımdan kalktım. Bugünkü yapacaklarımı düşünmeye başladım. Önce yaşadığım hayal kırıklıklarım geldi aklıma. Gözlerimi diktiğim yerde, yağmur damlaları buğulu camdan yavaşça süzülerek akıyordu. Denizin mavisi ile şapkalı dağların siyahı arasındaki çizgiye uzun uzun baktım. Hepimizin hayatında eksik, yırtılmış, sayfalar yok muydu? Herkesten sakladığımız hayal kırıklıklarımız kilitli durmuyor muydu bir yerlerde? Hızla siyah paltomu sırtıma geçirdim. Gri kenarlı boncuk işlemeli şalımı başıma örterek, yirminci kattaki merdivenlerden indim. Tıpkı bana söylendiği gibi. Basamakları inerken bütün sonlara hazırlıklı olmalıydım. Apartmandan aşağı yürümeye başladım. Yürüdüm. Yürüdüm. Kırmızı şemsiyemin altında sanki yağan yağmurdan değil girift düşüncelerimden korunuyordum. Farkında olmadan adımlarım beni , çakıl taşları üstünde duran çapraz demir yolları ve sıra sıra renkli bankları ile Gebze tren istasyona getirdi. Bir anda karşımda duran işportacı ile göz göze geldim.
- Sanal bebek alır mısın abla?
- Sanal mı?
- Evet sanal.
- Bebeğin sanalı mı olur ?
- Şimdi her şey sanal abla. Herkes. Her şey. Sen, ben bile sanalız, ufacık bebe mi sanal olmasın?
Bana sanal demekle hakaret mi etmişti bilemiyorum. Kızmadım işportacıya. Rogers ve Jung amcam sosyal kişilik, persona gibi teorik kavramlarla bu maskeleri bir bir açıklamamış mıydı? Onlarında yüreği çok yanmış bu maskelerden ki, teori bile geliştirmişler. Şimdi hak verdim işportacıya, kim icat ettiyse bu sanal bebekleri helal olsun. Yok yok o kadar da abartmanın lüzumu yok. Sanal ne de olsa! Bu düşüncelerle boğuşurken trende boş koltuklardan birine oturdum. Tren eskiydi ama cam kenarında oturmak yetiyordu bana.. Radyomu açtım. Çalan müzik aynıydı. Bu tren, bu makinist, bu düdük, beni her zaman çocukluğumdaki ayrılıklara götürmüştür. Önce mutlulukla kondüktör’ün çaldığı düdük, beni sevdiklerime kavuştursa da sayılı günlerin çabukluğu ile bu sefer kondüktör hüzünle çalar aynı düdüğü. Yine trende cam kenarında oturan ben, buruk bir veda ile sallarım elimi son kez. Karşıda bana bakan yüzler de ki hüzün sonlara lanet eder. İşte her ayrılık yeni vuslatları bekler o günden sonra. Değişen tek şey ise sadece günlerin inatla geçmek bilmeyişidir. Zaman durmuştur artık. O mahzun ıslak gözlerden sessiz köyler, kalabalık şehirler, küçüklü büyüklü evler, irili ufaklı hayvanlar, sarı biçilmiş buğday tarlaları, aynı kaderi paylaşarak büyüyen ağaçlar bir şerit gibi geçer. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalışırım acım dinsin diye. Ama ne uyku ne de yolların sonu gelmez. Gözler şahitlik eder bu ayrılığa sadece.
İşte yine yolun sonu…
Ve yine yolun başı..
Değişmeyen zaman.
Değişen Sanal insanlar…
Arkama döndüm son kez.
Yangında yitirdiklerime baktım korkmadan.
Ardımda bıraktığım, ruhum
Bundan sonra benimle olan tek şey,
Cansız bedenimden başka hiçbir şey…
15 Ocak 2010 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)