15 Ocak 2010 Cuma

KAYBETTİKLERİM

İrkilerek gözlerimi açtım . Kalbimin atışlarını, kanımdan yayılan şiddetli ateşi hissettim. Fırlayarak kalktım yataktan. Üstüm açık kalmıştı ! Altın işlemeli gömleği, devasa büyüklükte ki kılıcı ve kırmızı bayrağı matodoru gördüm rüyamda. Uzun boynuzlu, dev cüsseli, ve domuz gözlerle bakan boğası ile peşimden koşuyordu. Nasılda sinirden hırıl hırıl hırlıyordu. Hayırlara gelsin inşallah diyerek yatağımdan kalktım. Bugünkü yapacaklarımı düşünmeye başladım. Önce yaşadığım hayal kırıklıklarım geldi aklıma. Gözlerimi diktiğim yerde, yağmur damlaları buğulu camdan yavaşça süzülerek akıyordu. Denizin mavisi ile şapkalı dağların siyahı arasındaki çizgiye uzun uzun baktım. Hepimizin hayatında eksik, yırtılmış, sayfalar yok muydu? Herkesten sakladığımız hayal kırıklıklarımız kilitli durmuyor muydu bir yerlerde? Hızla siyah paltomu sırtıma geçirdim. Gri kenarlı boncuk işlemeli şalımı başıma örterek, yirminci kattaki merdivenlerden indim. Tıpkı bana söylendiği gibi. Basamakları inerken bütün sonlara hazırlıklı olmalıydım. Apartmandan aşağı yürümeye başladım. Yürüdüm. Yürüdüm. Kırmızı şemsiyemin altında sanki yağan yağmurdan değil girift düşüncelerimden korunuyordum. Farkında olmadan adımlarım beni , çakıl taşları üstünde duran çapraz demir yolları ve sıra sıra renkli bankları ile Gebze tren istasyona getirdi. Bir anda karşımda duran işportacı ile göz göze geldim.
- Sanal bebek alır mısın abla?
- Sanal mı?
- Evet sanal.
- Bebeğin sanalı mı olur ?
- Şimdi her şey sanal abla. Herkes. Her şey. Sen, ben bile sanalız, ufacık bebe mi sanal olmasın?
Bana sanal demekle hakaret mi etmişti bilemiyorum. Kızmadım işportacıya. Rogers ve Jung amcam sosyal kişilik, persona gibi teorik kavramlarla bu maskeleri bir bir açıklamamış mıydı? Onlarında yüreği çok yanmış bu maskelerden ki, teori bile geliştirmişler. Şimdi hak verdim işportacıya, kim icat ettiyse bu sanal bebekleri helal olsun. Yok yok o kadar da abartmanın lüzumu yok. Sanal ne de olsa! Bu düşüncelerle boğuşurken trende boş koltuklardan birine oturdum. Tren eskiydi ama cam kenarında oturmak yetiyordu bana.. Radyomu açtım. Çalan müzik aynıydı. Bu tren, bu makinist, bu düdük, beni her zaman çocukluğumdaki ayrılıklara götürmüştür. Önce mutlulukla kondüktör’ün çaldığı düdük, beni sevdiklerime kavuştursa da sayılı günlerin çabukluğu ile bu sefer kondüktör hüzünle çalar aynı düdüğü. Yine trende cam kenarında oturan ben, buruk bir veda ile sallarım elimi son kez. Karşıda bana bakan yüzler de ki hüzün sonlara lanet eder. İşte her ayrılık yeni vuslatları bekler o günden sonra. Değişen tek şey ise sadece günlerin inatla geçmek bilmeyişidir. Zaman durmuştur artık. O mahzun ıslak gözlerden sessiz köyler, kalabalık şehirler, küçüklü büyüklü evler, irili ufaklı hayvanlar, sarı biçilmiş buğday tarlaları, aynı kaderi paylaşarak büyüyen ağaçlar bir şerit gibi geçer. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalışırım acım dinsin diye. Ama ne uyku ne de yolların sonu gelmez. Gözler şahitlik eder bu ayrılığa sadece.
İşte yine yolun sonu…
Ve yine yolun başı..
Değişmeyen zaman.
Değişen Sanal insanlar…
Arkama döndüm son kez.
Yangında yitirdiklerime baktım korkmadan.
Ardımda bıraktığım, ruhum
Bundan sonra benimle olan tek şey,
Cansız bedenimden başka hiçbir şey…

31 Aralık 2009 Perşembe

KOZMİK SIRLAR IN PERDE ARKASI

Gerçekten şu günlerde Türkiye’de ilginç şeyler oluyor. Sıradışı, esrarengiz, karanlık. ismini siz koyun. Yirmi üç yıllık hayatım bu dönen olayları kavramaya yetmiyor. Yaptığım tek şey tedirginlikle uzaktan izlemek, takip etmek. Anlamadığım o kadar çok soru işareti var ki!

Öncelikle, başbakan yardımcısı Bülent Arınç’a düzenlenmek istenen suikast iddiası. 2 tane asker evlerin yanında dolaşırken polislerin aldığı ihbar üzere göz altına alınıyorlar. Askerlerin üstünden adres çıkıyor! Neden asker bu suikast planını düzenlemek ister? Böyle bir şeyin olabileceği ihtimalini aklım almıyor. Beni, milletimi, vatanımı ASKER korur bilinçaltıma yerleşmiş gerçekler bir kez daha darbe alıyor. Geçmişte, her on yılda bir gerçekleşen askeri darbeler, ergenekon olayları, gerçekten zihnimi kemiriyor. İrkiliyorum. ortalığın birileri tarafından karıştırıldığı kesin. Hükümet yıpratılıp erken ken seçime mi gidilmek isteniyor? bunun altında neler var ? Bilemiyorum.

2. soru işareti, velev ki böyle bir suikast niyeti var, bu tür hedefler, emirler yazıyla karar alınıp, kozmik odada mı saklanır?? Elbette ki mantıksız. Ayrıca kozmik odada yer alan devlet sırlarının medya da bu kadar çok gündeme getirilmesine de bir anlam veremiyorum. Devletimizin en önemli savunma notları, bilgileri oradaysa, suikast planları oraya neden yazılı bir şekilde götürülüp saklanır ve neden Medya bunları uluorta tüm Türkiye’ye anlatır ! asparagaz haberler, asparagaz hedefler. İlginç! Sadece irkilerek uzaktan seyrediyorum.

Bir diğer nokta, sanki Hukuk ile Asker ÇATIŞMA halinde gibi gösterilip, bazı şeyler örtbas edilmek isteniyor. geçtiğimiz günler de Başbuğ- Erdoğan zirvesi ve MGK toplantıları oldu. Tüm siyasi ve askeri üst yönetim oradaydı. Toplantı sonucunda, Türkiye güvenliğini ilgilendiren iç ve dış gelişmelerin kapsamlı değerlendirmesinin yapıldığı belirtildi.

Dördüncü günün sonunda hala Kozmik oda didik didik aranıyor. Aramaların sonucunda ya da ilerleyen günlerde neler göreceğiz bunu sadece zaman gösterecek. Tek dileğim Ülkemizin birliğini, bütünlüğünü bozmak isteyenlerin en kısa zamanda su yüzüne çıkmasıdır.

19 Aralık 2009 Cumartesi

SINAV GÜNÜm



Yine soğuk bir sabaha uyandım. Dünden bu yana Bilim vakfı'nda Kademe olabilmek için gireceğim sınava çalıştım. Aslında 3 aylık ders programı ve üç ayrı dersi bir geceye bırakmak akıl karı değildi. Lakin, yine de ben her zamanki öğrencilik modundan çıkmayarak 3 ayrı sınavı son güne bıraktım. kendime kızmıyorum, hatta hak veriyorum. üniversite son sınıftayım, akademik makale yazıyorum, literatür araştırması yapıyorum, çift anadal yapıyorum, bilgi münazara kulübü'nü kuruyorum, ve bu hafta için ben ve arkadaşım ile beraber gösteri maçı organize ediyorum, yazarlık kursuna gidiyorum, altınpusula genç iletişimciler yarışmasına hazırlanıyorum ve hocaların verdiği sunumları ve ödevleri sorumluluklarım arasına katarsam bölünmüş bir haldeyim. Çok yoruluyorum. yine de değer. doya doya son sınıfımı yaşıyorum. Allah sağlık versin de, ben koşturmaya razıyım. Biliyorum bu yıllara bir daha dönemeyeceğim. Saniyesi saniyesine içime çekiyorum hayatımı. sindiriyorum, anımı yaşıyorum. mutluyum. sonuç itibari ile ben belki kademeye seçilemesem de son gece de olsa elimden geleni yaptım. sınanvda üç soruya tam altı sayfa yazdım:))) sırf pişman olmamak için, içimden ne geliyorsa, neyi biliyorsam yazdım. fakat beni şok eden diğer bir durum ise genel kültür sorularının sorulmasıydı. Tanrım o nasıl sorulardı öyle!!
süt kıskanmak ve karpuz kapığından inciler yapmak filminin yönetmenleri ni bilemedim. ve işin ilginç tarafı bu filmleri izlemiştim:) burada güldüğüme bakmayın, ama içim kan ağlıyor. Bir daha film'in isminden önce yönetmenine ve oyuncularının isimlerine bakacağım. Ya kitap isimleri ve yazarlara ne demeli! Allah'ım tek kelime ile kabustu :((( garip isimli kitaplar, yabancı yazarlar, farabi ve ibn i haldun bile vardı. yapamadım:( hele de bildiğim halde phenomenology teorisi-Edmund Husserl ve Karl Popper Falsification' ı ıskalamam beni derinden yaraladı. Üniversite de ki Arus Hoca beni affetmeyecek biliyorum.evet bunlar genel kültürdü. ve ben bir çoğunu biliyordum. ama kaçırdım işte. bilmediklerime de yandım. kısacası Genel Kültür'den sınıfta kaldım. İşte Bugünden alınacak dersler ise şöyle;

Her kitap gördüğünde yazar'ına da bak, isme takılma.
Film adından önce yönetmenini öğren.oyuncularını da.
Ünlü teoriler ve teorisyenleri Aile'ndeki insanlar olarak gör. ve asla unutma. yoksa onların da seni bir sınav anında yalnız bırakacaklarını unutma. bu iş gönül işidir. ara sıra hasbihal etmeyi aklından çıkarma.
Her zaman ders çalışma, Genel kültür de çalış:))))

19 Kasım 2009 Perşembe

İlkbahara Merhaba

İngiliz hoca sınıfı gezmeye başladığında, çakır gözleri ile karşı karşıya kalmıştım; uzun bir müddet önümdeki, küçük yazılı, kıvrışık,yırtık pırtık not defterine baktım.Başımı kaldırdığımda hala hocanın yüzünü seyrediyordum.

Ela gözlü, kaşları ince, teni beyaz ve temiz bir yüz, saçları siyah ve ortadan ayrılmış, sanki martının gökyüzüne uçuşunu hatırlatan bereketini görmekteyim.

Kaldığım yurt,Anadolu yakası, Çamlıca tepesinde idi; etrafı küçük dükkanla dolu, arnavut kaldırımlı, dar İstanbul sokağı. Bu dükkanlardaki, gür sesli, yerli, ve dürüst esnaflar, kar kış dinlemeden, kapıların önüne çıkar, insanların önüne geçer, dükkandaki ürünlerini överek yoldaki insanları etkilemeye çalışırlardı.

Yalnızlığın bir sitemi vardır. Bunu ancak, yaşadığınız zaman, o hasret odasında duyarsınız. Soğuk kış gecelerinde esen, sert,soğuk ve acı ses...Birden üşüyen kalbinizde bu rüzgarı ve bu sesi işitirsiniz. ve esip geçen yerden, savrulan kurumuş ölü yaprakların içinize biriktiğini duyarsınız.

Görüyorum ki, Hayat'ın pembe gözlüklerinden arasıra, güzel, anlamlı yapmak istediğimiz hedefler şerit gibi geçiyor, insanlar pembe gölüklerini hiç çıkarmak istemiyorlardı...

Ümidim, hayalimde ki pamuk prensesi olmak, korkum,bu pamuk prensesin, zehirli elmayı yemesi.

Cennetin ırmaklarından su yerine şarap akar. Cezbedici, İnsanın aklını başından alan bir iksir. Bu ırmakların yanından geçerken, etrafta ipek entarilerin içinden süzülen ceylan gözlü huriler. Arkalarından tütsülenen miski amber kokusu büyüleyici bir iç çekiştir.

Şimdi Düşündüm ki, kuşların göç edeceği yerlerde, ağaçlar baharı beklemiş, yeşil elbiselerini giymiştir. Sallanan pamuk bulutları yerini güneşe bırakarak elveda derken, çiçekler güneşin parlaklığına gülümsemektedir

24 Ekim 2009 Cumartesi

TÜRKİYE ve KÜRT AÇILIMI !!!


Geçtiğimiz günlerde kÜRT AÇILIMI başlığı adı altında, Habur'dan ülkemize giriş yapan PKK lılar geldi. Hükümet'in çalışmaları sonucu barış! için gelmişlerdi. GEldiler ama nasıl geldiler? ve bu süreç nasıl başladı ? neler yaşandı bunları bugün tartışacağım sevgili bloğum.

kendimi bildim bileli her tv açtığımda, eğer bir şehit haberi görmüşssem ya da bir gazete de okumuşssam milyonlarca kez Lanet ettim Pkk'ya. annelerin feryatları yüreğimi acıttı. Şehit tabutlarını görünce içimde olan öfke daha da büyüdü. Fakat bu içimde biriktirdiğim öfke, neden Pkk ile Türk askerlerimiz arasında bu savaş vardı? sorusunu sormamı sağladı.Bu sorunun cevabını aramaya başladım. buldum mu? ne yazık ki buldum!!!
Bundan 35 yıl önce başladı bu iç savaş. İç savaş diyorum. çünkü yüzyıllardan bu yana beraber yaşayan 2 ayrı millet birbirine düştü.Yıl 1980. Yer : Diyarbakır cezaevi. 1980 askeri darbesi ile tüm Türkiye' de sindirme çalışmaları vardı. sağcılar solcular birbirine girmiş, tüm dernek örgüt, parti demeden bir çok kurum kapatılmıştı. o yıllarda Pkk örgütü Suriyeye kaçarak örgütünü korudu. Fakat Diyarbakır' da tek dil, tek bayrak, tek vatan başlığı altında bir çok kürt çok ağır asimile ve şiddete mağruz kaldı. şöyle ki, Elbette tek vatan, tek bayrak. fakat neden kürt olan bir insan Türküm demek zorunda? Ya da neden kürtçe konuşan bir kürt türkçe konuşmak zorunda? Neden kürtçe yayın yapılamıyor? işte 1980 darbesinde kürtçe bilip türkçe bilmeyen, ya da başka nedenlerden dolayı bir çok insan toplatılarak eziyete mağruz kaldı.Kimileri haklıydı kimileri haksız. ama sonuç olarak; Bir kaç yıl sonra bu insanlar cezaevinden çıktılar. çıktılar ama nereye çıktılar?? ne yazık ki Dağa ÇIKTILAR. gördükleri şiddet, acı ve travmalarla dolu işkencenin ardından çıktılar. bu nokta da Pkk bu insanların duygularını kullandı. ama sonuç olarak dağa çıkan insanlar bu insanlardı!
Sosyal olarak ele alınırsa, binlerce Pkk lı ve BİNlerce şehit öldü doğu topraklarında. elektrik su gitmeyen köyler oldu. yollar olmadı. eğitim gitmedi.okullar açılmadı her beldeye. her konu da cahil ve hizmet alamayan halk, cevabı yanlış yerde arayarak kendilerini Pkk'ya teslim etti.
BU Zamana kadar gelen hükümetler, ya da koalisyonlar,kürt insanları da dinlemeliydi, hizmet götürmeliuydi doğuya. fabrikalar kurulmalıydı,çözüm yada açılım dedikleri 35 YIL SONRA olmamaıydı. çözüm silahlar, kan olmamalıydı.
Yıl 2009, Barış için somut adımlar atıldı geçen hafta. atılmaya çalışıldı. CAPS LOCK TUŞUNU AÇARAK BELİRTİYORUM Kİ, , DTP'NİN "BARIŞ" DEDİĞİ ŞEY ŞOV NİTELİĞİ, YADA SİYASİ RANT SAĞLAMA ÇABASI OLMAMALI" Gerçekten Barış için adım atmalılar. Tv'DE izlediğim kadarıyla gelen Pkk lıların hal ve hareketleri halkı haklı olarak tedirdin etti. sonuç olarak Avrupa'dan gelecek pkk'lıların gelişi ertelendi.
BU 35 YIL'IN GALİBİ YA DA MAĞLUBU YOK. ORTADA SADECE AKAN KANLAR, ölen insanlar ve trilyonlarca kayıp VAR. BİR AN ÖNCE BARIŞ GELSİN. VE ÜLKEMİZ TEK VATAN TEK BAYRAK ALTINDA KÜRT VE TÜRK Ü İLE BARIŞ VE HUZURLA YAŞASIN.

21 Ekim 2009 Çarşamba

TÜRKİYE VE AZERBAYCAN DOSTLUĞU !!!! ..?


Bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde, Türkiye ve Azerbaycan Dünya kupası elemeleri için Bursa'da karşılaştı. Bu barışçıl! karşılaşmada Azerbaycan bayrakları stadyuma alınmadı. Buna tepki gösteren Azerbaycan, Azerbaycan'da bulunan Türk-Azeri bayraklarını indirdi. olay sadece bundan ibaret değildi. Türkiye bu dostluğu mezara kadar götürürken Azerbaycan pazara kadar mı götürüyor sorusu akıllara geldi? Azerbaycan Türkiye ile olan ilişkilerine diplomotik değil tabiri caizse Romantik yaklaşmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Ermenistan ve Türkiye arasında ki sert rüzgarları yumuşatmak adına Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Ermenistan Türkiye maçı için Ermenistan' a gitmesi Azerbaycan açısından tepki ile karşılandı. Türkiye nin Eurovision'da 12 puanı Azerbaycan'a değil Ermenistan vereceği ferazesi dahi Azerbaycan'ı ayağa kaldırdı. Yine geçtiğimiz günlerde Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokol antlaşması ile ipler gerildi, Bursa'da ki maçta yaşanan bayrak krizi,Azerbaycan da ipleri kopma noktasına getirdi.

Azerbaycan Türkiye'nin Yurtdışı Diplomasisi konusunda çok fazla duygusal davranmamalı. Bu demek değildir ki, Türkiye; geçmiş tarihte yaşanılan Azerbaycan- Ermenistan ilişkilerini hiçe saydı! Bu atılan adımlar Türkiye'nin atması gereken adımlardı. Fakat Azerbaycan'ın Bakü Şehitliğinde ve din hizmetleri müşavirliğinde bulunan Türk bayraklarını indirmesi Bakü'de yatan Türk şehitlerine ve Türk halkına karşı yapılan bir ayıptır. En kısa zamanda bu kötü gerginliğin sona ermesini diliyorum.

14 Ekim 2009 Çarşamba

ÜZÜLME

Lâ tahzen...
Üzülme!
Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.
Üzülme!
Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.
Üzülme!
Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki...
Üzülme!
Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki... Gözden çıkarmamış olmalı seni.
Üzülme!
Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.
Üzülme!
Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki... Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.
Üzülme!
Seni bir "İşiten" var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.
Üzülme!
Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.
Üzülme!
O'nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: "Lâ tahzen, innAllahe meânâ."
Üzülme!
Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. "Rabbin sana küsmedi ki..." Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. "Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki..."
Senai Demirci